|
|
 |
|
Ölüler Evinde Dirilere (?) Nizannameler… |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
ÖLÜLER EVİNDE DİRİLERE (?) NİZAMNAMELER…
Garip alışkanlıklar edinmeye başladım…Son günlerde hayli sıkıntılı zamanlar yaşatan ani fırtınalarımdan kaçıp kaçıp kabristanda huzuru bulurmuşum..Ben şaşırmıyorum bu halime.Çünkü kendimi bildim bileli problemliyim kendim de dahil yeryüzünde yaşayan herkesle
Önceki gün arkadaşımla sözleşmiştik beraber gitmek için. Aslında benim tercihim hep tek olmaktan yana ancak o da verdiği sınavların etkisiyle dinlenmek için sesiz bir yerlere sığınmaya ihtiyaç duyuyor sanırım. Gel diyorum. Ama “sus!”. Sadece dinle. (yoksa kendi sesinin en büyük gürültü olduğunu fark edemiyor) (dinlemesini salık verdiğim şey ben değilim. Beni bilenler normal zamanlarımda ağzımdan cımbızla laf alındığından yakınırlar hep. Ona dinle dediğim şey susmalarımız ) “ Tamam “ diyor…
Ve cumartesi…
Gitme vaktinin geldiğini artan huzursuzluğum belirliyor galiba. Daha fazla duramıyorum. Beş dakikada hazırlanıp atıyorum kendimi kapının önüne. Ayakkabılarımı giyerken arkadaşım geliyor aklıma. “Doğru ya: o da gelecekti bu gün” diye mırıldanıyorum. Sokağın sonundaki evlerine varıyorum. Kapıyı çalıyorum, kısa bir bekleyiş ve ardından annesi aralıyor kapıyı. Hal hatır sorma faslından sonra (“ Ayşe “ diyeyim adına) arkadaşımı soruyorum. “ Sabah kuzeni çağırdı. Birkaç arkadaşla buluşacaklarmış. O da kalktı gitti “ diyor. Kısa bir sessizlik… Sinirlerimi yatıştırmaya çalışıyorum. Anlıyor. “ Kızma “ diyor. “ Hayır teyze, sana kızmadım, ben onunla konuşurum “ diyorum.
“Neyse. Ben gidiyorum. Allah’ a emanet. Var mı bir isteğin?”
Gülümsüyor “ var “ diye. Başını sallıyor.
“Ayakkabılarını bağla kızım” “Ne bu halin, bilmeyen deli sanacak seni” diyor.
Gülümsemeye çalışarak “Ah teyzem akıllı olsam ne isterim ki başka” diyorum içimden. Ayakkabılarımı bağlayıp çıkıyorum. Telefon… Telefonum nerdeydi? Buluyorum telefonu ve Ayşe’nin numarasını. Arayıp aramamak arası küçük bir kararsızlıktan sonra aramaktan vazgeçiyorum.
Yola koyuldum... Yine her zamanki hallerim.Tuhaf tuhaf bakıyorum insanların gözlerine…
Anlamıyorlar……
Yüzlerine bakarak kişiliklerini az çok tahlil edebilmek gibi, ve dahası doğru tahlil edebilmek gibi bir yetiyi reva görmüş Allah’ım. Bazen bu bir ceza mı diye düşünmeme neden olan bir yetenek…
Kimine bakınca için için şükrediyorum. Güzel ahlaktan nasibini almış bir şahıs… İyi ki var… Darısı lazım olan herkese…
Kimi tiksindiriyor hikayesiyle… Hırsla çeviriyorum başımı... Anlamıyorlar… İnsana dair kötü şeyleri hazmedemiyorum ki…
Nedense işyerime uğramak geliyor içimden. Bu da nerden çıktı şimdi? Kendi kendime konuşuyorum: “ e mezarlık! “ “ bir şey olmaz. Zaten teksin... Beş dakika uğramaktan bir şey olmaz “ diye yanıtlıyorum sorumu. O cümledeki “zaten teksin” hatırlatması Ayşe’yi düşürüyor hatırıma. Adımlarım hızlanıyor. Kendime itiraz etmeyi bırakıp büroya yöneliyorum.
Ah bu merdivenler! Neredeyse her gün sayıyorum bu basamakları. Nedense bir türlü aklımda tutamıyorum. 28 miydi? 31 mi? yine unuttum… Bir yandan basamakları hesaplarken bir yandan anahtarı çıkarıp açıyorum kapıyı. Çantamdan önceki akşam bende kalan birkaç evrakı çıkarıp dosyalarına yerleştiriyorum. Telefonum çalıyor. Ayşe! açmıyorum.
Bürodaki her şeyi kontrol ettikten sonra kapatıp çıkıyorum. Boş bakışlar saçıyorum etrafıma. Dalgın bir seyr-ü sefer. Kendimle konuşuyorum yine: Açsa mıydım telefonu? “
“ O da haber verseydi evde olmadığını “ diye muzip bir gülümseme beliriyor yüzümde. Ve tanıdık bir ses:
Anne bak.. Hiç değişmemiş bu kız ya. Allah bilir ne yaptı yine “
Sesi arıyorum. Bir anlık şaşkınlıktan sonra Önünde bebek puseti yanında annesi ve karşımda Seval… Bebeği görünce tuhaf bir his kaplıyor içimi. Çözemiyorum. Sarılıyorum lise sıralarını paylaştığım arkadaşıma. Özlemişim o yıllarımı..kısa bir muhabbetten sonra ayrılıyoruz. Daha bi acele ediyorum. Tuhaf… sanki geç kalmışım..
Yol boyunca Seval ve öğrencilik zamanlarım kurcalıyor kafamı.
Ve yine bir soru:
“ Yüzümdeki o hınzır gülümsemeyi tanıyabilecek kadar samimi miydik Seval’ ile? “ anımsayamıyorum.
Ve mezarlık…
Nihayet varabildim..Mezarlığın giriş kapısında büyükçe bir levha:
“ MEZARLIK NİZAMNAMESİ “
Şaşırıyorum.Buradakilerin bir nizamnameye ihtiyaç duyabileceğini düşünmeleri tuhaflaştırıyor beni.Kısa bir duraksama ve kahkahayı basıyorum kendi kendime
“ O nizamname dirilere..! “
“ Aman sende var ya, İlla her şeyi en olmayacak yerinden yakalıyorsun be leyli… “
Levhada maddeler halinde kimi yerde maddenin önemine vurguyla daha kalın ve büyük yazılmış kurallar… İlk iki maddeyi okumaya sabredebiliyorum ancak. Çıkışta da kalanları okurum diyerek dalıyorum içeriye.Hafta sonu olmasına rağmen çok tenha…
“ güzel…”
Buranın sessizliği bambaşka…..
Şehitliğe gidiyorum ilkin..
Hayatlarını düşünüyorum.Ailelerini..Sevdiklerini..Sonra askerlik…Son bir kez konuşabilmişler midir acaba sevdikleriyle?
“ nasip.. “
Ayrılıyorum oradan. Aile mezarlıkları çekiyor dikkatimi. O taraf yöneliyorum.Enteresan geliyor bu ayrılık. O ailelerden önce de aile mezarlığı mıydı burası? O zaman bu bölümlerde beklemekte olan aileler? Onların mı ki şu anki yerleri? Ya önceki aileler? Kime ait şimdi buralar diyorum.. Kimi olabildiğince sade, olabildiğince özgün..Olması gerektiği gibi….
Kimi çevresi ve ailesinin hayatta (?) olan fertleri tarafından bir kabre yapılabilecek en büyük haksızlığa uğrayıp en gösterişli işlemelerle koca koca mermer bloklarla, granitlerle kaplanmış.. Böyle bir yerde beklemek istemezdim o günü diyorum kendi kendime…
“ her yanı kapatılmış, dışarıdan müdahaleye yer yok.. içeriden de…
Gülümsüyorum. Zorlukla yenebildiğim klastrofobik hallerim geliyor aklıma. Acaba devam etseydi? Tuhaf bir soru dökülüyor bakışlarımdan aile mezarlıklarının geçiş yollarına :
“ öldükten sonra geçiyor mu klastrofobi? “
yoksa devam ediyor da, insan korkusuna rağmen…..
Ailelere mahsus bölümden ayrılıyorum. Ama aklımda gerçekten garip bir cümle:
“ acaba girişteki nizamnamede - aile yerimiz mevcuttur – yazıyor muydu? “
Havanın güneşli, yakıcı olmasa da biraz ısıtabilecek kadar sıcak olduğunu hissediyorum yeni yeni. Ama ellerim her zamanki gibi.. buz..
Bir bank kestiriyorum gözüme. Gidip oturuyorum.Tam karşımda duran ve metal bir masa ayaklığına benzettiğim bir nesne ilişiyor gözüme. Ne olabilir diye düşünürken sorumu küçümseyen bir fısıltı geliyor sanki kulaklarıma: “ musalla…” deyiveriyor.
Dilimizde geniş yere sahip yer yer türkülere bile girmiş “ musalla taşı “ dedikleri şey…
Farkındalık içinde görebildiğim ilk musalla’ nın taş olmayışına içerliyorum biraz..
Bir saatten fazla oturdum sanırım o bankta. Bu süre zarfında ne yaptığımı ben de bilmiyorum, hala aynı yerde ve aynı halde olduğumu ve hala o metal bir masa ayaklığına benzeyen musalla taşı’na baktığımı fark ettim. Nedense daha bir yorgun hissettim kendimi. Ayağa kalktım “ oturduğum yerde niye yoruluyorum ki “ diye söylenerek. Biraz yürümeye karar vermiştim, ama arkamda iki çocuğun konuştuklarını duydum. Yönümü onlara çevirip bekledim. İki metre uzağımıza düşen ve kilitli olan ikinci giriş kapısının iç tarafında durmuş kendi aralarında konuşuyorlardı:
Biri Ş.Urfa’ya özgü bir şiveyle
- bisikletleri buraya bırakamayız. Ya bir şey olursa? dedi.
Öteki tuhaftır ki küçük yaşına rağmen gerçek manayı kapmış.. (görüntüsüne göre 11 – 12 yaşlarında olduğunu düşünüyorum ben)
- N’olacak ki. Yav sen de…Ölülerden değil gelirse dirilerden zarar gelir. Burada da diri yok! “ diye güldü arkadaşına..
Gülümsedim… Benim 22 senede acı tecrübelerle ancak kavrayabildiğim gerçeği o bu yaşında biliyor.. Çok mu aptalım ben? diye hayıflanmalar geçiyor içimden.Dönüp kabirlerin arasına giriyorum. Kendimi avutuyorum galiba. Bir şarkı dolanıyor dilime:
“ hayalle yaşarken gerçek (?) dünyada, zamanı içmişiz haberimiz yok …”
Sakince ilerliyorum nemli toprağın üzerinde. Tolstoy’un Muhteşem diye zikredilen eseri “ Ölüler evi “ takılıyor aklıma. Eğer onlar ölülerse bunlar kim? Orası Ölüler eviyse burası neresi? Eksik yazmış.. Onun bahsine konu olanlar “ yaşayan Ölüler “ ….O yüzden
“ Yaşayan Ölüler Evi’nden Hatıralar “ olmalıydı….
Gerçekten sakinleşmişim..Gelirken içimde taşıdığım patlamaya hazır zaman ayarlı bir bomba zannettiğim yoğunluk yerini su gibi akan bir maddeye terk etmiş sanki.. Daha berrak ve daha akışkan…
Çantamı karıştırıyorum. Sigaram, çakmağım.. Nerdesiniz? Telefona takılıyor gözüm. Benim yurttan sesler korosunun yorulmak bilmeyen solistleri aramışlar… hem de kaç kere.. Yine duymamışım telefonu. Offf! “Acaba sesi mi kısık yine bu aletin?” kontrol ediyorum. Hayır ses açık.. Sağır mı oluyorum? :s Yoksa içinde olduğum gürültü diğer seslerin önüne mi geçiyor? Neyse sonra ararım sizi deyip atıyorum telefonu çantaya.
Ve sigaram. Buldum seni.. Çakmak? evet. Buldum. O kadar aceleci davranıyorum ki çakmak elimden fırlıyor. ve yerde üç parça.. Of yaa… kaldık mı şimdi böyle.. bu sigarayı yakmam lazım mutlaka... Son bir ümit. Çantamı alıp yere boşaltıyorum. Belki başka çakmak vardır içinde diye. Ama ne çare … Daha dün işyerinde çantamda fazladan duran dört çakmağı dolaba atmıştım. “ Ne fazlalık oluyorlar ki “ diye.. sen misin çakmağa laf atan.. Galiba bunu yaparken sakarlığımı unuttum ve fazla olanların hepsini birden çıkardım çantamdan….” Hiç değilse bir tane yedek alsaydın be kızım “ diyorum kendi kendime söylenerek.
Çantamdan boşalttıklarımı tekrar çantanın içine tıkıştırırken gençten iki kişi olduğum yere doğru geliyorlar.
Nihayet bitti. Yerimden doğrulup ayakta dikiliyorum. Tam çakmağınız var mı diye sormayı planlarken ani bir karar ve susup geçmelerini bekliyorum. “ Neyin var “ diye sorgulayan bakışlar…Tedirgin bakıyorum yüzlerine. Ben hala çakmak telaşındayım.Biri “ iyi misiniz ? diye soruyor. Ne diyebilirim ki? iyi değilim. Cevap vermeli diye geçiriyorum içimden.Kısa bir sükut.. “ iyiyim teşekkürler “ diye kendimden beklemediğim bir gülümsemeyle karşılık veriyorum.. Acayip.. Normal şartlarda bu soruya ters bir bakış fırlatıp çeker giderdim.. noluyor ki bana? ? Ben verdiğim cevaba şaşırırken çocuk gülümsememden cesaret alarak:
“ az önce bir şey arıyordunuz sanki abla. Bir şey mi kaybettiniz? “ diyor.
“ evet “ diyorum. “ nedir “ sorusu hemen ardında.
Şaşırma sırası onlarda bu sefer.
“ Aradığım şey sizde yok Az önce çakmağımı düşürdüm ve kırıldı. Sigaramı yakmak için çantamda başka çakmak var mı diye bakıyordum “ deyip yürüyorum.
Birbirlerinin yüzüne bakıp kendi aralarında konuşuyorlar:
“ Sen tanıyon mu? “
“ yoo.. “
“ ya sen? “
“ yoo. “
“ nerden biliyor ki? “
“ ne bilim oğlum. yürü hadi”
Gereksiz sorular.. Ben de bilmiyorum çünkü nerden bildiğimi. Geliyorlar işte arada böyle..
Orta yaşlı bir abi görüyorum az ilerde. Çakmağı var.. Gitmiyorum. Pek tekin görünmedi. Yolumu değiştirsem mi? Gerek yok diyorum kendi kendime.Zaten adam başka yöne doğru ilerledi. Yaşlı denmese de orta yaşın üzerinde bir hanım çıkıyor karşıma bu sefer. Allah Allah.Bir saat önce kimseler yoktu burada..
Neyse..Yaklaşıp selam veriyorum. Kullanmak için kafamda tasarladığım cümlem:
“ çakmağınız var mı? “ Enteresan bir hal. Dilimden dökülen çok faklı bir cümle ve ben boyut atlıyorum yine:
“ abla kibritini verir misin? “
Kadın tek kaşını kaldırıp bakıyor yüzüme. Ceketinin ceplerini yokluyor. Kibrit kutusunu uzatıyor bana. Alıp sigaramı yakıyorum ve tekrar uzatıyorum kendisine. İçten teşekkür ediyorum ve bir sigara uzatıyorum kendisine. Bir tane alıyor cebine koyuyor.
Tiryaki değilsin abla… sıkıntıdan içtiğini düşünüyorsan kandırma kendini.. biliyorsun.. hiçbir sıkıntıyı gidermiyor bu zıkkım.. yok keyfi kullanıyorum diyorsan bişey diyemem. Ama sağlığa zararlı…Zevklerin sana ve çevrendekilere zarar vermesin. Dikkatli olmanı tavsiye ederim.. “ diyorum ve ayrılıyoruz.
İç taraflara doğru ilerliyorum.Mezarların arasında dolaşıp taşlarda yazan isimleri okuyorum.Dikkatle yaşlarını hesaplamaya ve neler yaşadıklarını yaşlarına göre gözümde canlandırmaya çalışıyorum.Heyhat ki içimden bir ses rahat bırakmıyor beni.
“ Yapma be leyli.. kimi birkaç dakikada çözüyor sınavın işaret ettiği yolu.. Kimine onca yıl yetmiyor... Yaş hesabı uyar mı sınav kriterlerine… baksana 12 yaşında bir çocuk senin 22 yılından önce öğrenebiliyor bu gerçeği. Bırak hesabı.. “
Mezar taşlarında yazan isimler yine..
Ne kullandığım mahlası bulabiliyorum içlerinde ne Nur’u ne de ay ışığı’nı… Hiç mi yok o kadar kişinin arasında benimle adaş; ? Ya da ben gibi “ gece” ci…
Daha da ilginç olanı.. Okudum da fark etmedim mi tüm dikkatime rağmen? ?
Annem geliyor aklıma. Bir gece odamda kitaplarımın içine gömülmüşken, ablamla sohbetleri esnasında benin bahsedilmesinden pek hoşlanmadığım bir mevzuya değinmişlerdi.Birkaç kez ikaz ettikten sonra “ ya gidip oturma odasında devam edin sohbetinize ya da kapatın şu konuyu, her şeyden önce olan bitenler için önce kendinizi sorgulamanız gerekli.. Kötü giden bir şeyler varsa mutlaka bir yerlerde hata yapılmış demektir. Önce onu düzeltin.Ondan sonra belki yakınma ve şikayet hakkınız olabilir, yani tamamen kabahatsiz olabildiğinizde… “ demiştim. “ sen işine bak “ diye paylamıştı beni. Ben de “ ben zaten işime bakıyorum Bir de durup sizi mi dinleyecem “ demiştim. Dinlemiyorsan ne konuştuğumuzu nerden biliyorsun? diye çıkışınca meseleyi şaka yollu kapatmaya çalıştım.
“ annecim biliyorsun solak olduğumu, solak insanların beyni diğerlerininkinden biraz farklı işliyormuş duyduğum kadarıyla, bir işle meşgulken de sizin sohbetinizin konusunu kavrayabiliyorum yani.. “ diyerek tekrar kitaba döndüm.
“ hı hı.. biliyorum ben senin ne menem şey olduğunu. Aynı anda on işi birden yapsan da dağılmıyor dikkatin..ve hepsini doğru yapıyorsun. Ben bazen acaba bu kızın içinde kaç kişi yaşıyor diye soruyorum kendime..”
Ah annecim.. nerde o dikkat dağınıklığı yaşamayan menem şey? ? içimde bir yerlerde uyuyor sanırım. Ve ben bu darmadağın halimle hayatın hızına yetişmeye çabalıyorum..
Annemin katıldığı bir arkadaş toplantısını anımsıyorum nedense. Zorla götürüldüğüm toplantılardan biriydi.13 yaşındaydım..
Bir ara oradaki hanımların mezarlıktan ve kabir taşlarından bahsettiği cümleler uçuşuyor gözlerimin önünde. Kendisinden pek hazzetmediğim bir hanım:
“ mezarlıkta kabir taşlarının üzerindeki yazıları okumak hafıza kaybına neden oluyormuş … okunmamalıymış “ diyor. Oradakiler merakla ve enteresan bir bilgiçlik havası içerisinde onaylıyorlar bu cümleyi.
“ nedenmiş? diye asabi bir soru fırlatıyorum kadının yüzüne. “ neden? açıkla..”
Gülüyor kadın bu halime. Ciddiye almadığını seziyorum ve daha da hırçınlaşıyorum. “ kabul etmem. Hayır diye diretiyorum. Halbuki o yaşımda ne bir mezarlık görmüşlüğüm var ne de mezar taşı ve yazısı.. ancak tv ekranından yansıyan görüntülerle sınırlı mezarlık görüntülerim.
“ kabul etmemmm! hayır.. diye diretiyorum.
Sana ne ufaklık. Bırak öyle biliyorsa öyle kalsın. Yok illa işin aslı neyse o konuşulacak..
İnatla cevap beklediğimi gören kadın afallıyor.
(çevresindekilere bilgiçlik taslamak maksadıyla basiretsizce savurduğu cümlelerin mahiyetini daha önceden düşünmediğini ve hiç sorgulamadığını fark ediyorum şu an..)
“ mantıksız şeylere inanmaya ne kadar meraklı kadınlarsınız “ diye onları aşağılıyorum.. Terbiyesizce (?)
Annem renkten renge bürünüyor. Kızım sus.. Etme Eyleme… Yokk.. İlla konuşacam..
o zamanlar böyle bir tepkiyi sadece her şeyi okumayı sevdiğim için vermiştim.. çok iyi hatırlıyorum.. çünkü yerde bulduğum küçük bir kağıt parçası, tabelalar, levhalar, gazeteler kitaplar.. her şeyi okumaktan son derece büyük bir keyif alıyordum.. üzerinde yazı olan her şey okumak içindi bana göre.. O zaman okuma alışkanlığım yüzünden itiraz ettiğim cümlelerin yıllar sonra çözeceğim esas manası.. İnsanları tabularından hareketle yönlendirip doğrudan uzaklaştırmak kadar kolay bir şey yokmuş meğer.. Misyonerlik faaliyetlerinin bu kadar ince işleyişini kabullenmek hayli zorlamıştı beni.. nasıl baş edilebilir ki böyle içten işleyişlerle? ? .. yorucu bir süreçti…
Annem öfkesinden kızarmıştı. Hissediyordum. İntikam almıştım bir anlamda.. zorla getirmişti beni.. beni susturamayacağını bilen annem son çare olarak anahtarı uzattı bana, “ al ve doğru eve git, zaten zorla getirdim biraz insan yüzü gör diye. Onu da burnumdan getirdin küçük şeytan “ diye hırsla konuştu. Ve ardından savaşı kazanmış bir kumandan edasıyla sinsi bir gülümseme.. beni kovmakla ceza mı vermişti.? Ona göre evet.. bana göre. asla anahtarı aldığım gibi koştum eve. Bu büyük bir ödüldü. Çünkü evden çıkarken bir gazeteyi açmıştım okumak için. Okumama fırsat vermeden sürüklemişti annem beni oraya. Kavuştum gazeteme
Sıyrıldım anılardan. Hava iyice serinlemiş.. hissedebiliyorum. Benden başka kimse kalmış mıdır diye çevreme bir göz gezdirirken hiç de hoşuma gitmeyen bir manzara.. Nikotin krizine girdiğimde çakmak ararken rastladığım adam.. Bir kabrin üzerine bağdaş kurup oturmuş. Mezar taşına fırça ile bir şeyler yapıyor.. Yanlış mı görüyorum? Adam mezarın orta yerine oturmuş.. Yok canım daha neler.. Artık iyice uçtum. Uyanıkken bile hayal görmeye başladım. Tekrar tekrar bakıyorum ama hala aynı şey..Üstelik adamın yüzünde çok mühim bir şeyle uğraşanlara has “ çok mühim bir işle uğraşıyorum.. çok önemli.. “ edası.. tiksiniyorum..
Orada yatana saygı duymadıktan sonra, o taşa dünyanın en güzel tablolarını resmetsen ne fark edecek? diye hayıflanıyorum. Dik dik bakıyorum adama. Huzursuzlanıyor. Acele hareketlerle çabucak bitirmeye çalışıyor.
Yine de değiştirmiyorum yolumu. Ve ben o tarafa yaklaştıkça adam hızlanıyor. Son birkaç fırça darbesinden sonra ayağa kalkıyor. Malzemelerini toparlayıp eserini inceliyor. Gözlerimi dikmiş bakıyorum gözlerinin içine. Bir kelime etse paralayacak gibi bekliyorum sadece. Gülüyor.. İlerliyorum.Yanından geçerken “ o kadar mı kötü olmuş? “ diye laubali bir cümle döküyor ironik bir sesle.Öfkeleniyorum “ Saygısız mahluk “ diye söyleniyorum onun da duyabileceği bir sesle.Cevap vermesine imkan vermeden yürüyorum…
Yine gidip aynı banka oturuyorum.Sigaram.. Çakmağımın olmadığını hatırlayınca öfkeyle küfredip savuruyorum çantama paketi.
Az önceki dengesizliğe şahit olup öfkelendiğimden mi yoksa soğuktan mı kestiremediğim bir nedenle titriyorum
Eşref-i mahlukat denen varlık neden böyle esfele safilin olmaya meyilli? İnsana dair en ufak bir saygısızlığa tahammül gücüm yok.. Şükrediyorum bunun için..
Hava kararmaya başladı. Çıkmak istemesem de isteksiz adımlarla kalkıp yürüyorum birinci kapıya doğru..
Kapıdan çıkınca merakla okumaya başlıyorum büyük levhadaki maddeleri..Bir maddede mezarlıktaki bitki ağaç ve nebata zarar vermek, kesmek, kırmak, yolmak yasaktır yazıyor. İki madde aşağısında ise: mezarlığa çiçek, ağaç fidanı, vb dikmek , mezarların işaretleriyle oynamak, yerlerini değiştirmek yasaktır yazıyor.. Bu levha da insan yapımı..Çelişkili hallerimizi buraya bile yansıtmaya uğraşıyoruz.. Ne alabiliyorsun buradan birşey. Ne de verebiliyorsun.. Müdahil olmak neden korkutuyor bizleri bilmiyorum..
Ve bir madde yine güldürüyor beni:
“ sabah 08: 00’den gün batıncaya kadar açıktır “ gün battıktan sonra oradakileri ne yapıyorlar? işi biten oyuncaklar gibi ertesi sabah sekize kadar oyuncak kutusuna mı kaldırıyorlar? oyun vakti gelince tüm bekleyiciler yerlerine diye bir emir.. ve herkes kendi yerine ….
Hem sabah sekizden önce gelsem almazlar mı beni içeriye? ya da bir gece geçirmek istesem burada? Neye dayanarak reddedecekler bu isteğimi? Mezarlık sakinlerinin uykularını bölerim diye mi korkuyorlar? Rahatsız mı olurlar benden acaba? sessiz biriyimdir.. Gürültü yapmayacağıma dair söz versem? yine mi olmaz…
Ve ev..
Annem sitemli.. “ nerdesin kaç saattir?"
“ mezarlıktaydım anne? ? orada olacağımı söylemiştim.. “
“ Bu kadar saat ne yaptın orda. İki dua okuyup çıkmak bu kadar mı sürer?
“ bilmem.. sürdü işte.."
“ Aradığını buldun mu bari? Bir anlasam ne arıyorsun oralarda…"
“ Buldum galiba.. Orada kalabilmek için ölmek gerekliymiş.. Ve giriş tabelasında - aile yerimiz mevcuttur - yazmıyor biliyor musun…"
11.01.2009 / Pazar…
Yazan: Leyli ( Emeğe Saygı ) |
|
|
|
|
|
Bugün 8 ziyaretçi (14 klik) kişi burdaydı! |